EGE ORTAÇGİL, Klinik Psikolog
Karşımda gözleri dolu dolu bir kadın, “Bebeğim oldu” diyerek söze başlıyor. Aylardır hiç uyumadığını, bebeğin tüm bakımını, ev işleriyle beraber üstlendiğini, yalnız hissettiğini, çok yorulduğunu anlatıyor. “Sanki ben anamın karnından çocuk bakmayı bilerek doğdum! Gözlemliyorum, anlamaya çalışıyorum, bir şeyler yapıyorum, yaptıkça oluyor işte!” derken yüzündeki kızgınlık yerini muzip bir ifadeye bırakıyor. “Laf aramızda, bazen de olmuyor, ne yapsam işe yaramıyor. Tam bilmiyorum ki ben de, deniyorum” diyor. Diğer annelerin deneyimlerinden dem vuruyor. Onların, bilgilerini, deneyimlerini aktarmaları ile ilgili çelişkili; bazen müteşekkir, bazen kızgın hissediyor. Babalar arasında böyle bir dayanışma olmamasını tuhaf bulunuyor. Emzirmek dışında yapılabilecekleri sıralıyor; eşinin bu uzun listeden nasıl “yırtabildiğini” anlamıyor. Çalışkan, mantıklı, sorumluluk sahibi biri olarak tanımladığı eşine karşı hissettiği hayal kırıklığını, öfkeyi fark etmemek mümkün değil. Eşine babalık izni verilmediğini anlatırken, “Haksız da değiller, bakım söz konusu olduğunda erkekler şaşırtıcı derecede beceriksiz!” diye ekliyor. Çocuk konuşmaya başladığında, daha kolay iletişim kurabileceklerini, zaman geçirebileceklerini umuyor.
Bir bebekle gece gündüz, sürekli birlikte olmanın fiziksel, duygusal, zihinsel zorluklarından bahsediyor. Bunları yüksek sesle söylemek hiç kolay değil; suçlu hissediyor. Hemen ardından bebeğini ne kadar çok istediğini, ne kadar çok sevdiğini anlatması bir tesadüf değil. Hayatı boyunca ona öğretilen “iyi anne” tanımı, -arada sırada- bile çocuğundan sıkılmasının, bunalmasının, kendi başına ya da eşiyle baş başa zaman geçirmek istemesinin çok doğal, insani bir ihtiyaç olduğunu görmesine engel oluyor. Artık o bir anne, sanki kadınlık defteri kapanmış gibi; cinselliğin “c”sinin olmadığını, cinsel isteklerini hatırlamakta bile zorlandığını sözlerine ekliyor. Eşiyle bu konuyu hiç konuşamadıklarını söylerken, “Hiçbir şeyi konuşamıyoruz ki, baba olmakla ilgili nasıl hissettiğini bile bilmiyorum mesela” diyor.
Eşi, sabah işe gitmek üzere kapıdan çıkarken, ona özendiğini itiraf ediveriyor. Kendisi doğum iznindeyken, senelerdir emek verdiği işinin hiç sorunsuz ilerlemesine içerlediği belli oluyor. Alkışlanan projelerini, harika geçen performans görüşmelerini, terfilerini, işin kendisine uygunluğunu, işlevini, faydasını sorguluyor. “Para kazanmak zorunda olmasam…” diyor ve meselenin sadece para ile ilgili olmadığını fark edip, cümlesini tamamlamaktan vazgeçiyor. Kendine bu kadar emek vermişken, anneliğin yanı sıra çocuk, kadın, eş, dost, çalışan, daha pek çok farklı rolü olduğunu hatırlıyor. Hayatta “faydalı, işe yarar” hissetmesinin etkilerinin çocuğuna da olumlu yansıyacağını biliyor.
Toplumsal Cinsiyet Hepimizi Etkiliyor…
Yeni anne olmuş bu kadının hikayesi, pek çok kişi için tanıdık olabilir. Bu hikayede, çocuğunun bakımından ve ev içinde görülemeyen uzun iş listesinden sorumlu, dayatılan “kutsal anneliğin” baskından bunalmış, bu beklentilerin dışına çıktığında “bencil”, “suçlu” hisseden, hissettirilen, anne ve kadın olmak arasında bir seçim yapması gerektiğini düşünen, öfkeli, endişeli, üzgün bir kadın var. Öte yandan, para kazanmak zorunda olan, duygu ve düşüncelerini en yakınlarına bile ifade etmekte zorlanan, çocuk bakımı ve ev işlerinde kapının dışında durması gerektiğini düşünen bir erkek görüyoruz. Büyük ihtimalle bu toplumsal beklenti, sadece o ev içinde yaşanıp, tekrarlanmıyor; kendi aileleri, çevre, iş yeri, medya, yasalar bunları “iyi niyetle” sürekli pekiştiriyor. Bu durum, kadının da, erkeğin de birey olarak gelişimlerini kısıtlıyor, potansiyellerini gerçekleştirme ihtimalini azaltıyor, isteklerini, ihtiyaçlarını, duygularını fark etmelerini, ifade etmelerini zorlaştırıyor, içten, samimi ilişkiler kurmalarını engelleyebiliyor. Ortak yaşamda, sorumlulukları paylaşmak, hayatı kolaylaştırmak yerine, kişiler cinsiyetlerine göre kendilerine uygun görülen rolleri sorgulamadığında, bunların içinde boğulabiliyor. Böyle büyüyen bir çocuğun, annesine insan olarak saygı duyması, babası ile yakın, içten bir ilişki geliştirmesi, ilerde kuracağı ilişkilerde eşitlikçi davranması ya da eşitlikçi davranışları talep edebilmesi pek mümkün görünmüyor.
Bu Bir Eşitlik Meselesi…
“Cinsiyet” kelimesi genellikle “cinsellik” ile karıştırıldığından, bir de üstüne “toplum” gibi topluluk çağrıştıran bir kelime ile birleştiğinde, toplu cinsel deneyimleri çağrıştıran toplumsal cinsiyet kavramı, ilk kez duyanlar için şok etkisi yapabiliyor. Oysa toplumsal cinsiyet, toplumun kadın ve erkeğe yüklediği belirli roller, sorumluluklar, özellikler, beklentilerdir. Doğumdan itibaren bir kadın ya da erkeğin nasıl görünmesi, düşünmesi, hissetmesi ile ilgili kuralları, kalıpları belirliyor, uygun ve uygunsuz özellikleri tanımlıyor, onlardan bu beklenti ve rollere uygun şekilde davranmalarını bekliyor. Örneğin, kadın dediğin “bakımlıdır, fedakardır” ya da erkek “güçlüdür, mantıklıdır” gibi tüm erkek ve kadınlar için doğru olmayan genellemeleri tekrar tekrar üretiyor. Öte yandan, bu özellikleri birbirine zıt tanımlama eğiliminde oluyor. Örneğin, “kadınlar duygusaldır, erkekler öküzdür, duygusuzdur”, “erkekler matematikte iyidir, kadınların sözel becerileri kuvvetlidir”, “kadınlar kararsızdır, erkekler kararlıdır” gibi genellemeler yaratıyor. Kadınların “namusu, bekareti” yüceltilip, “kadın” kelimesinin “kaba” karşılanmasına, kadınların öldürülmesine kadar giden şiddete neden olurken, erkeğin cinsel performansı, çoklu ilişkileri, aldatma eğilimi ile ilgili şakalar yapılıyor. Tüm bunlar, tek bir kadınlık ya da erkeklik varmış gibi gerçek dışı bir algı yaratıyor. Böylelikle bireylerin kaynaklardan, fırsatlardan, haklarından yararlanmasını zorlaştırıyor, engelliyor. Oysa, farklı özellikleri, becerileri, ilgileri, merakları olan insanlarla her gün, her an karşılaşmıyor muyuz? Onları tanımıyor muyuz?
Bir Ayrımcılık Türü Olarak “Toplumsal Cinsiyet”
Toplumsal cinsiyet, sadece iki cinsiyeti ve buna bağlı olarak sadece heteroksüelliği kabul ettiğinden, özü itibariyle ayrımcılığı içeriyor. Dolayısıyla “toplumsal cinsiyet eşitliği” yerine “cinsiyet eşitliği” tanımı kullanılıyor. T.C. Anayasası’nda belirtildiği üzere, her insan doğuştan eşit; cinsiyeti, bedeni, ırkı, dili, dini, aklınıza gelen ne kadar çeşitlilik varsa, herkes, temel insan haklarından yararlanma hakkına sahiptir. Öte yandan, maalesef günlük yaşamda bu hakların çeşitli nedenlerle ama en çok da geçmişte öğretilmiş önyargılar nedeniyle kullanılamadığına, çeşitli engellere takıldığına şahit oluyoruz. Bu nedenle, cinsiyet eşitliğinin sağlanması için, yalnızca cinsiyet ayrımcılığının yapılmaması, ayrımcılığa engel olunmasını yeterli olmuyor. Eşitliği sağlayacak önlemlerin, düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Örneğin, ebeveynlik ve iş yaşamı üzerinden ilerleyecek olursak, okulun ilk günü sadece kadın çalışanlara izin verildiğinde, çocuğu hasta olduğu için izin almak isteyen erkeklerin isteği tuhaf karşılandığında ya da babalık izni uygulanmadığında, çocuğun bakımı ile ilgili temel sorumluluğun kime ait olduğu ile ilgili mesaj çok net verilmiş oluyor. Artık “erkekler çocuk bakımında sorumluluk alsa mı, kadınlar ücretli çalışsa mı?” gibi sorulara cevap aramak yerine, isteyenler için bu bilgi, beceri ve deneyim setinin nasıl geliştirilebileceği, nasıl desteklenebileceğini düşünme zamanı. Tıpkı dünyaya yeni gelen bir çocuğun öğrenme süreci gibi; anlatarak, göstererek, merakını, anlama çabasını fark ederek, sabırla, tekrarla, teşvikle, yapıcı eleştiriyle, aşırı korumadan, uygun destek sistemleriyle bu becerilerin güçlenmesini sağlamak gerekiyor.
Elbette, hepimiz bu toplum içinde büyüdüğümüz için, toplumsal cinsiyet rollerini fark etmek, sorgulamak ve dönüştürmek pek kolay olmuyor, zaman alıyor. Türkiye’de üniversiteler, sivil toplum, özel sektör gibi pek çok kurum ve kuruluş cinsiyet eşitliğinin sağlanması çalışmaya, eğitimler vermeye, savunu faaliyetleri ve kampanyalar düzenlemeye, politika önerileri geliştirmeye devam ediyor.