HİLMİ KAAN, Klinik Psikolog
İnsanın başka bir insan tarafından anlaşılma ihtiyacı hayat boyu devam eder. Birilerinin duygularınızı, düşüncelerinizi, davranışlarınızın arkasında yatan nedenleri anlaması ruhsal bir rahatlamaya ek olarak, görülme, duyulma ve anlaşılma hissini beraberinde getirir. Bazen bu anlaşılma ihtiyacı o kadar yoğun olur ki; birisi ne yaşadığımızı, ne hissettiğimizi, neler deneyimlediğimizi o an, oracıkta, olduğu gibi anlayıversin isteriz. Peki birinin bizi gerçekten anlaması mümkün müdür? Daha da önemlisi sağlıklı mıdır?
Yeni doğmuş bir bebeğin zihninin doğum öncesi belli belirsiz anılar dışında neredeyse bomboş olduğu düşünülür. Zaman içerisinde bakım verenle kurduğu temasla birlikte kendisini ve çevresini anlamaya, nerede, kimlerle ve kim olarak yaşadığını algılamaya başlar. Bu algının sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi için bebeğin ilk bakım verenleri ile arasındaki ilişki çok önemlidir. Bu ilişkinin nasıl geliştiğine, bebeğin zihin gelişimini nasıl etkilediğine dair birden fazla teori ortaya atılsa da, en güncel teorilerden birisi zihinselleştirmedir[1]. Zihinselleştirme teorisine göre, bebeğin ilk deneyimleri bakım verenler tarafından anlaşılıp bebeğe sözel ve/veya bedensel olarak yansıtıldığında, bebek bu deneyimini anlamlandırmaya başlar. -Kendisi henüz farkında olmasa da- açlıktan kendini yırtarcasına ağlayan bir bebeğe yaklaşan ebeveyn sakin bir ses tonuyla ve bütün dikkatini bebeğine yönelterek “Acıktın mı sen? Karnın mı acıktı? Gel seni besleyelim” demesi bebeği sakinleştirebilir. Bebek konuşulan dili anlamasa da ebeveynin ona olan yaklaşımından yaşadığı sorunun bir çözümü olduğunu, bu yanıtı ebeveynin bildiğini ve birazdan kendisine iyi gelecek bir desteğin sağlanacağını zaman içerisinde anlayarak ilk kez yaşadığı bu acı verici deneyimi anlamlandırmaya başlar. Sözel olarak ifade edilemeyen zamanlarda bebeğin sağlıklı gelişimi için önemli olan bu süreç, ilerleyen zamanlarda dil gelişimi için de çok önemli olur. Bebek hissettiği duygunun, yaşadığı deneyimin karşılığını bakım verenlerden tekrar tekrar duyarak bu kez gerçekte ne yaşadığını, ona ne dendiğini öğrenir ve bilişsel kapasitelerinin de artmasıyla zamanla konuşan bir insana dönüşür[2]. Fizyolojik ihtiyaçların anlamlandırılması, sözel olarak kendini ifade edebilmeyi öğrenmesinin yanında bebeğin duygusal kapasitesinin gelişimi de bu yolla olur.
Peki zihinselleştirmenin işlemediği ya da hatalı işlediği durumlarda ne olur? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki her ne kadar zihinselleştirme otomatik olarak yaptığımız bir şey olsa da her günümüzün her saniyesini insan davranışlarının arkasında yatan nedenleri arayarak geçiremeyiz. Ortalama bir insanın zamanının yaklaşık yüzde 30’unda zihinselleştirme kapasitesini kullandığı düşünülmektedir[3]. Öte yandan, örneğin, bebeği ile ilgilenen bir bakım verenin ya da danışanın iç dünyasını anlamaya çalışan bir ruh sağlığı çalışanının ortalama bir insandan daha fazla çaba ve zaman harcadığını düşünmek mümkündür. Sarf edilen bu fazladan eforla bile, bir başkasının zihninden geçenleri tamamen anlayabildiğimizi söylemek mümkün değildir.
Birinin, karşısındaki kişinin aklından geçeni “olduğu gibi” anlayabildiğini iddia ettiği durumlar için “ruhsal eşdeğerlilik” (psychic equivalance) kavramı kullanılmaktadır. “Benim aklımdaki, senin aklındakiyle aynıdır” ya da “Benim için doğru olan, başkaları için de doğru olmalı” şeklinde özetleyebileceğimiz ruhsal eşdeğerlilik, temel olarak zihinselleştirmenin yeteri kadar yapılamadığını gösterir. Bazen birinin bizi tam da bu şekilde anlamasını isteyebiliriz oysa bu durum duyulduğu kadar rahatlatıcı ve sağlıklı olmayabilir. Çünkü hepimiz içimiz ve dış dünya arasında bazı sınırlara ihtiyaç duyarız. Örneğin, bir ebeveyn bebeğinin acıktığını anlayıp, bunu tam olarak bebek gibi algılasa ve ifade etse ne olurdu? Muhtemelen onun gibi ağlar, çığlık atar, ikisi arasındaki tansiyon gittikçe artardı. Bebek, iç dünyasında yaşadığı durumla dışarıdan gelen yanıtın birebir aynı olduğu izlenimine kapılırsa, iç dünyası ile dış dünya arasında hiçbir farklılık olmadığı hissine kapılabilir. İçerisi ile dışarısı arasında bir farklılığın olmaması dehşet vericidir; bebeğin kendisine ait bir benlik geliştirebilmesi mümkün olmayabilir. Tam da bu nedenle, ebeveyn, bebeğin ihtiyacını anlayıp, bunu ona ifade ederken, anlatımına bir nüans ekler ki, bebek bu yanıtın dışarıdan geldiğini anlayabilsin. Örneğin, ağlayan, huzursuz bebeğine gülümser, “Yeni mi uyanmış bebeğim, çok mu acıkmış? Haydi gel karnını doyuralım.” gibi bir cümle kurabilir.
Yetişkinlik döneminde de birinin bizim zihnimizden geçenleri tamamen anladığını söylemesi rahatsız edici olabilir. Örneğin, partneriyle dertleşirken, “Aklından geçen her şeyi biliyorum” cümlesiyle karşılaşan bir yetişkin çoğu zaman anlaşılmış değil, tehdit altında hisseder. Dışarıdan bakan birisinin sizi olduğunuz gibi görebilmesi demek sadece duygusal ihtiyaçlarınızın, ilişkisel beklentilerinizin değil, aynı zamanda belki de eksiklerinizin, yoksunluklarınızın, kusurlarınızın görülebileceğine de işaret eder. Üstelik izniniz olmadan…Bu nedenle, rahatlama hissettirmek yerine mahremiyetinizin, sınırlarınızın ihlal edildiği bir duruma da dönüşebilir. Örneğin, zihninizden geçenleri tam olarak bilmek isteyen biriyle ilişkide nerede olduğunuz, ne yaptığınız, ne zaman uyuduğunuz, ne yediğiniz gibi sorgulamalara sıkça rastlanabilir. Bazı insanlar böyle bir durumda, özellikle başlangıçta “Merak ediliyorum ve bu güzel” diyebilirler. Ancak bu “merak” zamanla izlenme, takip edilme, kısıtlanma gibi duygusal şiddet içeren bir hal alabilir ve çaresizlik, kaygı, öfke gibi hisleri beraberinde getirebilir.
Özetle, kişilerarası ilişkilerde ihtiyaç, karşınızdaki kişinin aklınızdan geçenleri %100 anlaması değildir. Birbirinin içine geçmek, birbirine bulaşmak, bir bütün olmak gibi fanteziler, hem gerçekçi hem de sağlıklı olamaz. Zaten o zaman sizin siz olmanıza, kendinizi anlatmanıza, ilişkide olmanıza gerek kalmazdı. Özenle ve dikkatle, suçlanmadan, varsayılmadan, akıl okumadan dinlenilmek ve anlaşılmak herkese iyi gelir. İletişimin farklı ve eşit bireyleri, tarafları olarak, herkesin kendi duygularını, düşüncelerini, fikirlerini istediği ölçüde açmaya izninin olması önemlidir. Bu tür ilişkilerde, insanlar kendilerini daha görülmüş, anlaşılmış ve desteklenmiş hissedebilirler.
[1] Sharp, C.,& Fonagy, P. (2008). The parent’s capacity to treat the child as a psychological agent: Constructs, measures and implications for developmental psychopathology. Social development, 17(3), 737-754.
[2] Luyten, P., & Fonagy, P. (2015). The neurobiology of mentalizing. Personality Disorders: Theory, Research, and Treatment, 6(4), 366.
[3] Ensink, K., & Mayes, L. C. (2010). The development of mentalisation in children from a theory of mind perspective. Psychoanalytic Inquiry, 30(4), 301-337.