Pınar Arslan Demirci, Klinik Psikolog
Bir genç düşünün; terapiye geliyor. Daha önce meslek seçimiyle ilgili kaygılarından, ailesiyle bu konuda yaşadığı çatışmalardan söz ederken, bugün artık bunun bile anlamını yitirdiğini söylüyor. Gençlere yönelik baskıları, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasını, eğitim alanına ve öğretmenlere yönelik müdahaleleri, adaletsizlikleri izledikçe geleceğe dair belirsizliğin derinleştiğini anlatıyor. Ailesi, onun bu meselelerle ilgilenmesini istemiyor, kafasını “karıştırmamasını” öğütlüyor. Ama o, içinde yaşadığı dünyanın yükünü bir şekilde omuzlarında taşıyor. Bu yük yalnızca kişisel bir anlam kaybı değil; geleceğe dair umut kaybının, farklı kuşakların dünyayı algılayış biçimlerinin ve toplumsal kırılmaların psikolojik izdüşümlerinden biri.
Psikoterapi, bireyin iç dünyasına odaklanan bir süreç gibi düşünülse de bu iç dünya toplumsal gerçeklikten bağımsız olarak düşünülemez. Göç, savaş, afetler, toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi meseleler kadar; Türkiye özelinde ekonomik krizler, artan işsizlik, gençlerin geleceğe dair umutsuzluğu, eğitimde ve sağlıkta fırsat eşitsizlikleri, liyakat eksikliği, barınma krizi, emek sömürüsü, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve toplumsal kutuplaşma gibi sorunlar da bireylerin psikolojisini derinden etkiler.
Psikoterapistler olarak terapi odasında sıklıkla travmalarla çalışıyoruz. Kayıplar, ihmal, istismar, şiddet, taciz, mobbing gibi zorlayıcı yaşantılar danışanlarda derin izler bırakabiliyor. Ancak çoğu zaman bu bireysel travmalar, yalnızca kişisel hikâyelerin değil, aynı zamanda toplumsal yapıların, politik kararların ve kültürel normların bir sonucu. Örneğin, 6 Şubat depremlerinin ardından yaşanan travmalar yalnızca bir doğa olayının değil; kentleşme politikalarının, ihmallerin ve kaynak eşitsizliklerinin izlerini taşıyor. Cinsel taciz ya da iş yerinde mobbing gibi travmalar, patriyarkal yapılar, güç ilişkileri ve suskunluk kültürüyle iç içe geçiyor. Aile içinde yaşanan ihmal ve istismar gibi çocukluk travmaları da çoğu zaman yoksulluk, toplumsal yalnızlık ve sosyal destek sistemlerinin eksikliğiyle gölgeleniyor. İşte bu yüzden terapi odasında karşımıza çıkan bireysel hikâyeleri toplumsal bağlamlarından soyutlamadan ele almak ve yalnızca bireysel bir iyilik hali yaratmaya çalışmak mümkün olmuyor. Dahası psikoterapi politik bir pratik olmak zorunda kalıyor, çünkü bireyin yaşadığı acının, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir sistemin sonucu olduğu açıkça görülüyor.
Tarihsel olarak, psikoterapi her zaman toplumsal olaylarla iç içe olmuştur. Savaş sonrası gelişen travma terapileri, feminist terapi hareketiyle kadınların yaşadığı yapısal eşitsizlikleri ele alan yaklaşımlar ya da göçmenlerin yaşadığı zorluklara yönelik destek modelleri, psikoterapinin yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de bir farkındalık taşıdığını göstermiyor mu? Türkiye özelinde, 1999 Marmara Depremi sonrasında çok sayıda terapist sahada aktif olarak yer alarak travmanın toplumsal bir boyutu olduğunu görünür kıldılar. Yine 2011 sonrası artan göçle birlikte, mültecilerle çalışan terapistler travmanın kültürel ve yapısal boyutlarına dair bir farkındalık geliştirdiler. Kadın cinayetleri ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet gibi alanlarda çalışan psikoterapistler ise, bireysel öykülerin ardındaki sistemsel eşitsizlikleri fark etmenin önemini daha da görünür kıldılar. Tüm bu örnekler, psikoterapistlerin yalnızca bireyin iç dünyasını değil, o dünyayı şekillendiren toplumsal koşulları da dikkate almak zorunda olduğunu gösteriyor.
Öyleyse psikoterapi, yalnızca bireysel iyilik halini artıran bir uygulama değil; aynı zamanda bireyin yaşadığı dünyayı anlamlandırmasına, içsel çatışmalarını bu toplumsal bağlam içinde konumlandırmasına yardımcı olan bir süreçtir. Kaygı, çökkünlük ya da travma; çoğu zaman yalnızca bireysel bir kırılma değil, toplumsal yaraların iç dünyadaki izidir. Bu bağlam göz ardı edildiğinde, terapi bireyin yükünü artırır; sistemin yarattığı acıları bireysel kusur gibi gösterebilir. Psikoterapi, sadece danışanın bireysel adalet arayışını değil, sosyal adalet ihtiyacını da ele aldığında; bireyin yaşadığı toplumsal sorunları tanıma, güçlenme ve gerekirse sosyal değişim süreçlerine katkı sağlama potansiyeli taşır. Terapi sürecinde, danışanın toplumsal koşullardan nasıl etkilenmiş olabileceğini dikkate almak; bireyin yaşadığı deneyimlere daha geniş bir çerçeveden bakabilmeyi mümkün kılabilir. Türkiye’de giderek artan sosyal ve ekonomik belirsizlikler düşünüldüğünde, psikoterapi yalnızca uyum sağlamaya değil, bireyin kendi varoluşunu koruyarak sistemle ilişkisini yeniden tanımlayabileceği bir alan da sunabilir. Psikoterapinin amacı, bireyin sadece adapte olmasını değil, kendi kimliğini koruyarak değişim yaratabilmesini de desteklemektir. Bu, terapi sürecini politize etmek değil, danışanın yaşadığı gerçekliği bütüncül bir bakış açısıyla ele almak anlamına gelir.
Psikoterapistlerin toplumsal gerçeklikleri terapötik süreçlerinde ele almaları ya da gündeme getirmeleri “politikleşme” olarak algılanabilir. Buradaki kaygı terapinin en temel ilkelerinden olan psikoterapistin tarafsızlığına gölge düşeceğine dairdir. Oysa tarafsızlık ilkesi danışanın düşüncelerine, duygularına, inançlarına ya da yaşam tarzına karşı yargılayıcı ya da yönlendirici olmadan yaklaşılması gerektiği ile ilgilidir. Bir başka deyişle psikoterapist, kendi değer yargılarını, ideolojisini, inançlarını danışana empoze etmez, danışanı olduğu haliyle anlamaya ve kabul etmeye çalışır. Bu da toplumsal gerçekleri görmezden gelmeyi gerektirmez. Hatta psikoterapist bu gerçekleri görmezden geldiğinde tarafsızlığını kaybeder; çünkü danışanın gerçekliğine tek taraflı bir yerden bakmaya başlar.
Sonuç olarak, psikoterapi sadece bireyin iç dünyasına odaklanan bir süreç değildir. Bireyin psikolojik iyi oluşunu desteklemek, onun yaşadığı toplumsal bağlamı da dikkate almayı gerektirir. Psikoterapistin tarafsız olması, toplumsal olaylara kayıtsız kalması anlamına gelmez; aksine, danışanın yaşadığı gerçekliği gözeterek onun içsel kaynaklarını fark etmesine, bu dünyada kendine bir yer açmasına katkı sunabilir. Özellikle Türkiye gibi gündemi hızla değişen ve günlük hayatın bile büyük krizlerle şekillendiği bir ülkede, psikoterapistlerin danışanları sadece mevcut koşullara uyum sağlamaya değil, bu koşullarla anlamlı bir ilişki kurmaya teşvik etmeleri önemlidir. Bu da terapistin teknik becerilerinin yanı sıra eleştirel bir toplumsal bakışı ve duyarlı bir etik duruşu geliştirebilmesini gerektirir.
Başta sözünü ettiğimiz genç danışanı hatırlayalım. Artık onunla yalnızca meslek seçimi ya da kişisel gelişim hedefleri üzerine konuşmak yeterli olmayacaktır. Anlam kaybını, umutsuzluk hissini ve toplumsal gelişmelerin iç dünyasındaki karşılığını ele almak; bu koşullar altında nasıl bir benlik kurabileceğini birlikte düşünmek, psikoterapinin dönüştürücü gücünü açığa çıkarabilir. Nitekim, psikoterapi, bireyin sadece ne istediğini anlamasına değil; bu isteğin ya da isteksizliğin ardındaki bireysel, ailevi, toplumsal ve yapısal bağlamı fark etmesine, içinde bulunduğu dünyada hem kendine alan açmasına hem de içindeki umudu yeniden yeşertmesine destek olabilir.