GİZEM DAL, Klinik Psikolog
Yaratıcılık kelimesi belki de akla ilk olarak somut bir eser oluşturmayı getirir. Oysa ruhsal anlamıyla yaratıcılık canlı olmaya dair her şeyi içerir. Hayatta keyif alınan anlar, hayal kurmak, oyun oynamak ve tabii çalışmak gibi…Kısacası gerçek dünyada veya zihinde üretilen her şey yaratıcılığın içine girebilir.
Tıpkı yaratıcılık gibi, yıkıcılık da hem iç dünyamızda hem de gerçeklikte farklı şekil ve düzeylerde görülebilir. En doğal haliyle, bir şeylere öfkelenmek, bir şeylerden nefret etmek veya haset etmek herkesin yaşayabileceği yıkıcı duygulardandır. Yatışamayan, gittikçe şiddeti ve süresi artan yıkıcılık, nihayetinde kişinin kendisine veya bir başkasına gerçekten zarar vermesine sebep olabilir. Örneğin, fiziksel veya ruhsal şiddet göstermek suretiyle birinin canını yakmak gibi. Veya kişi için yaşamanın anlamsız gelmesi, kişinin kendini faydasız, kötü ve belki de sevilmeyi hak etmeyen biri olarak görmesi, kendine zarar vermesi veya kendini zarar görmekten korumaması gibi… Dozu iyice artmış yıkıcılık sanki yaratıcılıktan hiç nasibini almamış gibidir. Oldukça can yakıcıdır. Klinikte üzerinde çalışılan da aslında bu türden bir tahribattır.
Yıkıcılık ve yaratıcılık zihnimizde birbirinin zıttı iki kavram olarak belirir. Aslında tüm bu zıtlıklarına rağmen yıkım ve yaratımın birbirini tamamladığı, bir denge içinde yaşamımızın doğal akışını sağladığı düşünülebilir. Mesela, ölen canlılar toprağı besler ve yeni mahsullerin yetişmesine imkân tanır. Böylece yaşam bir döngü içinde devam edip gider. Ancak, kimi zaman bu akış bozulur, kendi döngüsü içinde yaşayıp giden bir canlı veya bir sistem yok edilir. Çevremizde gördüğümüz tüm şiddet eylemleri, savaşlar veya bazı doğal kaynakların dışardan müdahalelerle tamamen tahrip edilmesi buna örnek gösterilebilir. Benzer şekilde, bazen bu türden bir tahribat çevrede değil de kişinin iç dünyasında ortaya çıkar. Mesela kişi kendini son derece cansız, yaşamaya dair hiçbir isteği kalmamış halde bulabilir. Bu gibi noktalarda yıkıcılık yaratıcılığı tamamen gölgede bırakmış gibidir. Bu yazının amacı tam da bu noktada neden sorusunu sormaktır.
Nasıl olur da denge bozulur, yıkıcılık yaratıcılığa baskın gelir?
Psikanalist ve kuramcı D. Winnicott bu konuyu, yaşamın en erken dönemlerinde bebeğin ilk çevresiyle, yani annesiyle kurduğu ilişki üzerinden ele alarak açıklamaktadır[1]. Ona göre, hayatın bu erken dönemlerinde tekrar eden bazı olumsuz deneyimler onarılmadığında yıkıcılık yaratıcılığa üstün gelmektedir.
Winnicott’a göre, bebeğin hayata geldiğinde gösterdiği yaşama tutunma uğraşı sevgi içeren bir yıkıcılık şeklinde tanımlanabilir.[2] Yenidoğan, hissettiği açlıkla memeye adeta saldırır, onu tüketerek tamamen kendinin yapmak ister. Bu büyük tutku, aynı zamanda memeye zarar verici bir nitelik de taşımaktadır. Sonuçta memenin içi boşalmakta, kimi zaman ısırılmakta, bebek annenin canını yakmaktadır. Ancak bebek henüz bir zarar verdiğinin farkında değildir; o, memenin anneye ait olduğunun bile farkında değildir. Sadece içinden geldiği gibi yaşamakta, kendini doyurmakta ve bundan keyif almaktadır. Beraberliklerinin bu ilk dönemlerinde annenin de bebeğin hayatta kalması için onu dilediği gibi kullanmasına katlanması gerekir. Bebek ve anne adeta bir olmuş gibidir[3]. Bebek çevresine tüm yıkıcılığını sergiler; ağlar, kusar, ortalığı batırır, uyuyamaz, uyutmaz, huzursuzlandıkça bakım verenlerini de hissettiği sıkıntının içine çeker. Tüm bu yıkıcılık karşısında bakım verenlerin öfkelenmemesi neredeyse imkansızdır. Belki de onlar da içlerinden bazı yıkıcı hayaller kurarlar: “Ah şu çocuğu camdan atsam da kurtulsam, başımı alsam da uzaklara gitsem …”. Kendilerini ne yapsa da yeterli olamayan bir ebeveyn gibi hissederler. Ancak bu yıkıcı duyguları kendi iç kaynaklarına dayanarak veya çevresinden destek alarak yatıştırmanın yolunu bulurlar; çünkü bebeğin yaşaması, büyümesi için birinin orada olması gereklidir. Bebeğin ihtiyaçlarına elinden geldiğince uyum sağlar, onunla bağını bu şekilde onarır ve sonunda kopan fırtınayı dindirir. Bu ebeveynin yaratıcılığıdır.
Bebek ise ilk dönemlerinde, kendini annenin memesiyle bir bütün olarak hisseder, sanki meme annenin değil de kendisinindir, o yaratmıştır3. Sonraları, önce memenin ağlayınca ağzına gelen, kendine ait olmayan bir şey olduğunu anlar. Ona ulaşmak için ortalığı velveleye vermesi gerekmektedir. Zamanla bu yıkıcılığı karşısında onu sakinleştiren, oyalayan ebeveynin tüm yaratıcı becerilerini edinmeye başlar. Büyüdükçe içindeki huzursuzluğu kendi kendine yatıştırabilir hale gelir. Bu gelişim süreci, onun son derece doğal olan yıkıcılığının çevredekilerin yaratıcı sevgisi sayesinde dengelenmesi ve artık o kadar da zarar verici olmaması ile sonuçlanır. Artık o da yaratıcı birisidir.
Bu, hikâyenin mutlu sonla bitmiş haliydi. Ancak, bu bebeğin yıkıcılığı karşısında ebeveyn (veya çevredeki diğerleri) sağlam duramazsa, örneğin bu saldırganlığına bir misillemeyle karşılık verirse, onun şiddetli yakarışlarına daha yüksek bir perdeden yine şiddetle bağırarak, vurarak karşılık verirse, bebeği reddederse, ona dokunmaktan kaçınırsa ne olur? Tüm bu cezalandırıcı yaklaşımlar, henüz bunu yeterince karşılayacak güçte olmayan bebek için yıkıcılığın içine hapsolmak anlamına gelir. Bu tavırla sıklıkla karşılaşan çocuğun zihninde “Ben kötüyüm ve sevdiğim şeyi yok ettiğim için tehlikeliyim” algısı yerleşmeye başlar. Veya çocuk bu durumla baş etmek için inatla savaşır, ebeveynlerinin yaratıcılığıyla dengelenmeyen yıkıcılığını tüm şiddetiyle çevreye yansıtır, zamanla gerçekten de çevresine zarar veren biri haline gelir. [4]
Yaratıcı yaşamın dayanağı olarak “yeterince iyi ebeveyn/çevre”
Yaşamın en başında bebeğe mümkün olduğunca uyum sağlamak önemlidir, ancak bebek büyüdükçe bu türden bir adanmışlığın dozu giderek azalır, azalması gereklidir. Bu noktada, fazla iyi veya mükemmel, hiçbir şeyi eksik bırakmayan ebeveyn olma arzusu bu defa her iki tarafın da yaratıcılığını engelleyen, yine ayarı kaçmış bir yıkıcılıkla sonuçlanan bir şey haline gelir. Nasıl mı?
Bebek ruhsal olarak geliştikçe çevredeki olumsuzluklara tahammül etme kapasitesi de artar. Aslında bu kapasiteyi arttıran şey çevredeki olmazsa olmaz aksiliklerdir. Örneğin, acıktığında memenin ağzına anında gelmemesi gibi. Tahammül edebileceği düzeydeki bu tür olumsuzluklar, bebeğin memenin gelişini hayal etmesini, onun için bir istek duymasını, zaman geçtikçe kendisini tıpkı ebeveynlerinin onu oyaladığı gibi oyalayabilmesini olanaklı kılar. Veya biraz daha büyüdüğünde çocuk çevresindekileri merak eder, tıpkı yetişkinler gibi daha uzağa gidip etrafını keşfetmek ister, kendisini annesi, babası veya bir süper kahramanmış gibi hayal ederek oyunlar oynamaya başlar. Bu anlarda ebeveynin gözetiminde ama illaki yalnız olmaya ihtiyaç duyar. Bu esnada adeta herkesi yok sayar; sanki dünya bir sahnedir, başrol oyuncusu da kendisi. Bu noktada ebeveynin bir yandan yok sayılmayı kabul etmesi bir yandan da ona gerçekten ihtiyaç duyulduğunda yeniden orada olabilmesi kritiktir.
Bazı bakım verenler çeşitli sebeplerle yok sayılmaya tahammül edemeyebilir ve çocuğun oyuna sürekli müdahale eder. Bazıları ise tam tersi onu artık kendine ihtiyaç duymuyor gibi görüp tamamen terk edebilir. Örneğin, çocuk ona heyecanla bir şey göstermek istediğinde pek de samimi bir ilgi göstermez veya çocuğu kendisine veya bir başkasına zarar vermekten koruyamaz. Bu durum çocuk tarafından hayal kırıklığı ve kaygıyla karşılanır. Bu durumda keşif yapmak, oyun oynamak gibi yaratıcı tarafları çocuk için tehlikeli bir şeymiş gibi hissedilebilir, çünkü sonunda ya birine zarar gelmiş ya da onu koruyacak kişiler ortadan kaybolmuştur. Bu varlık-yokluk dengesinin sağlanamadığı, birinin ötekine ağır bastığı durumlarda çocuk oyununu, yani yaratıcılığını sürdüremez.
Hayal kurmayı besleyen bu tür “oyun alanlarının” çeşitli sebeplerle tahrip edilmesi gerçekliğe boyun eğmek, sıkıcı bir dünyada kapalı kalmak gibidir. Böyle bir dünyada kişi kendini çevreye sürekli uyum sağlamaya çalışan ancak hayattan keyif alamayan, canlı hissedemeyen bir durumda bulabilir. Artık bu yaşamak değil, sadece var olmaktır. Belki temel gereksinimleri karşılanmaktadır ancak oyun oynayamaz, hayal kuramaz, tatmin olamaz. Yaratıcılığına perde inmiştir. Öte yandan, yaratıcılıkla yeterince dengelenmemiş yıkıcı tarafı zaman zaman kendisine ve çevresine zarar veren yüzünü göstermeye devam eder.
Ancak Winnicott’a göre, en aşırı, yani yıkıcılığın yaratıcılıkla karşılanmayıp katı şekilde bastırıldığı durumlarda dahi kişi yaratıcı tarafını kaybetmez. Sadece bir potansiyel halinde ruhsallığının derinlerine saklar. Gizli kalan taraf usulca ortaya çıkmayı bekler. Uygun, yani yeterince iyi çevreyi bulduğu anda gelişip serpilecektir.
[1] Winnicott, D. W. (2019). Oyun ve gerçeklik (Çev. Birkan, T.). İstanbul: Metis Yayınları.
[2] Tokgöz, T. (2023). Çocukluğun Vahşi Şeyleri: Anneyi Yok Etmek ve Yeniden Bulmak. Demirörs, T. (Ed.), Şiddet ve yıkıcılık içinde (42-53. ss.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
[3] Ogden, T (2022). Zihin matrisi: Nesne ilişkileri ve psikoanalitik diyalog (Çev. Şimşek, A.). İstanbul: Sfenks Yayınları.
[4] Roussilion, R. (2023). Erken Travma ve Yıkıcılığın Alevlenmesi (Çev. Atabay, Ö.). Demirörs, T. (Ed.), Şiddet ve yıkıcılık içinde (31-42. ss.).İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.