EGE ORTAÇGİL, Klinik Psikolog
Herhalde pek çok insanın, hayatının farklı dönemlerinde üzerine tekrar tekrar düşündüğü bir konudur aşk. Bahçede oynamaya can attığımız o çocuk, okulda onu görebilme ihtimali, ergenlikte birlikte olma hayali kurduğumuz ünlüler, aşkı daha iyi anlayabilmek için şarkılardan, romanlardan, filmlerden medet umulan zamanlar, “Ben kimim, kimi seviyorum?” sorgulamaları hepimiz için tanıdık olabilir. Dost meclisinde masaya yatırılan aşkın itinayla ameliyat edilmesi, net sonuçlara ulaşmanın çoğunlukla mümkün olmaması ortak deneyimlerdir. Gerçekten, aşk var mıdır, yok mudur, gerçek midir, sağlıklı mıdır, taş çatlasa ne kadar sürebilir, üzerine uzun uzun tartışılabilir.
İnsanların aşka, aşık olmaya, bir başka deyişle aşka “düşme” haline çok çeşitli anlamlar yükledikleri söylenebilir. Bazıları için aşk, tam bir illüzyon, inanmamız beklenen bir masal, uzak durulması gereken bir tuzaktır. Hormonların kötü bir şakası, bir çile, aklın yitirilişi hatta hastalık olarak yorumlanabilir. Bazıları ise aşkı, ekmek, su gibi çok temel, olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak görebilir. Sevginin ve bağlanmanın sembolü, mutluluğun kaynağı, yaşam amacı olarak tanımlayabilir. Bazen aşk, tüm bunları içeren bir süreç olarak tanımlanır. Büyük bir hayranlık ve coşkuyla başlar, inişler, çıkışlarla yaşanır, zamanla azalır ve hüsranla sonlanır. Aşkın derdi bile güzeldir, aşk acısını hakkını vererek yaşamak isteyenler hiç de az değildir. Aşkın varlığı gibi, yokluğu da önemli bir meseledir ve yüceltilebilir.
Aşk bir sitem ve serzeniş hali olabilir mi?
Aşkın anlamı, yaşanma şekli ve etkileri ile ilgili bu kadar çelişkili söylemlerin bir arada var olması tesadüf değildir. “Aşk” sözcüğü Arapça kökenlidir; “şiddetle sevme, şiddetli ve yakıcı sevgi” anlamına gelir.[1] Bu tanım, uçuşan kelebekleri, gülümsemeyi durduramayan bir hali, geçirilen tatlı tatlı zamanları akla getirmekten epey uzaktır. Aşk, saldırgan ve acı verici bir sevme hali midir gerçekten? Benzer şekilde, “Aşkolsun…” denildiğinde, bize olumlu bir dilek dilendiğini düşünmeyiz. Şaşırtıcı bir şekilde, aşkolsun bir hoşnutsuzluk, bir sitem ve serzeniştir. Aşkın, dilimizde bile bu kadar değişken kullanılıyor olması, “Kim bilir içimizde neler oluyor?” sorusunu akla getirebilir.
Psikanaliz kuramının yaratıcısı Freud, aşkı Eros-Thanatos[2] ikiliği üzerinden açıklamaya çalışır. Yani aşk hem yaşam hem ölümle ilgilidir. Hazzı, doyumu, canlılığı, onarımı, yaşamın sürdürülmesini içerdiği gibi, aynı zamanda bilinmezliği, eksikliği, “bir” ve “tam” olamamayı, yıkıcılığı da kapsar[3]. Bunu, bebeğin yaşamda kalmak için memeyi büyük bir hazla emerken, bir yandan da ısırmasına benzetebiliriz. Freud, aşık olduğumuzda, memeyle yaşadığımız ilişkiyi yeniden sahnelediğimizi iddia eder. Karşımızdaki kişiye, adeta memeye bağlandığımız gibi bağlanır, geri çekiliğinde ya da gittiğinde “Bittim ben”, “Onsuz yaşayamamam”, “Ölüyorum” gibi değersizlik, yetersizlik hissedebiliriz. Ya da “Gidersen git bana ne!”, “Ben başımın çaresine bakarım” seçenekleri de mümkün olabilir. Freud, aşkın bu kadar biricik, öznel bir deneyim olduğunu söylerken, aynı zamanda kültürün, toplumun sınırlarından, kurallarından da etkilendiğini vurgular[4]. Örneğin, “Kime ne? Benim aşkım, benim kararım”, ebeveynle aşk yaşama ihtimali karşısında yok olur. Bu arzunun “yasak” olduğunu bilir, yaratabileceği suçluluk duygusunu düşünmek bile istemeyebiliriz. Bu bakımdan, aşk çokça bizimle ilgiliyken, “öteki”nden, dış dünyadan, bize bakım verenlerle kurduğumuz ilk yakın ilişki deneyimlerimizden bağımsız değildir. Fark etmiş olabileceğiniz gibi, Freud, aşkı iç-dış, tam-eksik, yaşam-ölüm, yapıcı-yıkıcı gibi karşıtlıkların gerilimi ve çatışması üzerinden anlamaya çalışır.
Bu noktada, Fransız psikanalist Lacan’ın aşkla ilgili meşhur sözünü akla gelebilir. Lacan, “Aşk, sende olmayanı vermek istemektir” demiştir. Bu söylemin hemen hemen hepimizde yarattığı ilk tepki “Bende olmayan bir şeyi, bir başkasına nasıl verebilirim?” çelişkisidir. Benzer şekilde, bir başkasından kendinde olmayan bir şeyi nasıl bize vermesini isteyebiliriz ki? “Lacan’da Aşk” kitabının yazarı Bruce Fink[5], bu çelişkiyi çok güzel açıklar: “Aşkımızı ilan ederek, yani sevdiğimize yüksek sesle dile getirerek, eksiğimizi veririz. Kendimizde bir şeyin kayıp olduğunu, eksik bir varlık olduğumuzu, tüm varlığımızla bir şeyi istediğimizi beyan ederiz. Böyle olduğu halde, partnerimize varlık ve tamlık hissi vermeyi başarırız. Aslında partnerimize sahip olmadığımız şeyi hediye ederiz.” Yani aşık olduğumuzda karşımızdakine eksikliğimizi verir ve eksikliğimizle kabul edilmeyi umarız. Tam da bu nedenle, Lacan, kendini tam ve bütün hisseden birinin aşık olamayacağını iddia eder. Bir başka deyişle, insan hiçbir zaman mutlak ve ideal bir “tamam olma” haline ulaşamayacağı için aşk eksik, yoksun olduğu şeye doğru yönlenir ve ancak yoksunluğun yerini tuttuğu sürece değerli olabilir[6].
Böyle bakıldığında, aşk, iki çift lafı, bir sitemi, serzenişi hak ediyor gibi görünüyor. “O da aynı şeyleri hissediyor mu, karşılığı gelecek mi, reddedilir miyim, beni küçümseyip, dalga geçer mi?” gibi sorular zihinleri meşgul edebiliyor. Bu korkular, kaygılar herkes için tanıdık ve doğaldır. Tam da Lacan’ın söylediği gibi, varlık olarak mükemmel olamayacağımızı kabul etmek, bunu yüksek sesle söyleyebilmek, karşımızdakinin bunu görmesine izin vermek zor iştir. Yani adeta varoluşsal bir risk almaktır. Belki de bu nedenle aşkın söylenip, söylenmemesi de genelde bir “cesaret” meselesi olarak ele alınır.
Aşkın platonik hali
Bazı insanlar, aşklarını daha kolay ilan edebilirken, bazılarının bu duyguyu saklamayı, gizli gizli yaşamayı tercih ettiklerini görebiliriz. Aşkın ifade edilmesi elbette karşılıklı yaşanması anlamına gelmez; reddedilmeyle, istenmemeyle baş etme halini de içerebilir. Bu ağır duygulardan kaçınmak için platonik aşk bir çözüm olarak karşımıza çıkar.
Ünlü düşünür Platon’un “idealar” kuramından ismini aldığı düşünülen, platonik kelimesi “gerçekte var olmayan, hayallerde kalan, hep öyle kalması istenilen” anlamına gelir[7]. Bir başka deyişle, platonik aşkın bir yansıma olduğu, sonsuzluğa ve kusursuzluğa erişme arzusu olduğu söylenebilir[8]. Kişi, bir hayal kurar ve bu hayali çeşitli şekillerde besleyerek, devam ettirebilir. Çünkü aşık olunan, uzaktadır, ulaşılmadığı için de her zaman istenilen gibidir. Mükemmel görünür, en iyi özellikler onda toplanmıştır; komiktir, eğlencelidir, doğaldır, yeteneklidir, özgüvenlidir, aklımızdan geçenleri bir anlatabilsek bizi sadece o anlayabilecek, bizi sadece o mutlu edebilecektir. Bazen duyguları söylemek için doğru anı beklemek ve o doğru anın hiç gelememesi tesadüf değildir. Aşkın yaşanabilir olma ihtimali, gerçekle bağ kurmayı gerektirir. Bu aynı zamanda kurulan hayalin, yaratılmış o mükemmel kişinin ve mükemmele sahip olma arzusunun bırakılması anlamına gelir. Bu durumda, kavuşamamak, kavuşmaktan daha anlamlı olabilir. Platonik aşkın, kaygılı bağlanma stiline sahip olan, obsesif özellikleri bulunan kişilerde daha yaygın görülmesi bu nedenle dikkat çekicidir.
Sonuçta, hepimiz bir başkasıyla bağ kurmaya, ilişkilenmeye ihtiyaç duyarız. Elbette hayattaki ilk yakınlık denemelerimiz yani bakım verenlerle ilişkimiz, aşkın neresinde ve nasıl var olacağımızı belirleyebilir. Bize çok tanıdık olan bu hali, tekrar tekrar yazıp oynamak isteyebiliriz. Ancak bu seçimler mutlak kader değildir, değişebilir. Bunları fark etmek, yetişkin olarak tekrar anlamlandırabilmek, ne istediğimizi, beklediğimizi gözden geçirmek önemlidir. Aşk ya da adını ne koymak istiyorsanız, insanın kendiyle tekrar tanışması, kendini tanıması, değerlendirmesi bir fırsat olabilir. “Ben değerliyim, yeterliyim, sevilebilirim, karşımdaki de öyle” şeklinde yaşanabildiğinde, bitmesi durumunda dahi, yapıcı, onarıcı, iyileştirici etki yaratabilir.
[1] https://www.etimolojiturkce.com/kelime/aşk
[2] Eros, Grek mitolojisinde, aşk, şehvet ve seks tanrısıdır. Freud, libido, arzu, doyum, yaşamın sürdürülmesi ile açıkladığı “yaşam dürtüsü” kavramını “Eros “olarak da isimlendirir. Thanatos, Grek mitolojisinde, ölüm tanrısı olarak bilinir. Freud, Eros’un tam karşısına saldırgan, yıkıcı, yaralayıcı ölüm dürtülerini yani Thanatos’u koyar. Eros ve Thanatos, ikili bir yapı olarak, yaşam boyunca bir gerilim ve çatışma içindedir.
[3] Freud. S. (1999). Uygarlığın Huzursuzluğu. Metis Yayınları, İstanbul.
[4] Freud. S. (1999). Uygarlığın Huzursuzluğu. Metis Yayınları, İstanbul.
[5] Fink, B. (2019). Lacan’da Aşk: VIII. Seminer Aktarım Üstüne Bir İnceleme. Kolektif Kitap, İstanbul.
[6] Fink, B. (2019). Lacan’da Aşk: VIII. Seminer Aktarım Üstüne Bir İnceleme. Kolektif Kitap, İstanbul.
[8] Kaos GL. (2009). Yunan Düşüncesi-3: Platonik Aşk. https://kaosgl.org/haber/yunan-dusuncesi-3-lsquoplatonik-askrsquo